Şafaksız Bir Deryaya by Neil Gaiman
Thames pis
bir yaratıktır: Londra’nın göbeğinden bir yılan gibi kıvrılarak geçer.
Tüm
nehirler ona akar. Neckinger da, Fleet de, Tyburn de Thames’e akar.
Akarken, her
türlü pisliği ve atığı, kedilerle köpeklerin cesetleriyle koyunlar ve
domuzların kemiklerini, daha sonra onlarla birlikte doğudaki nehir ağzından
Kuzey Denizine ve ötesindeki hiçliğe dökülecek olan Thames’in kahverengi
sularının derinliklerine taşır.
Londra’da
yağmur var.
Yağmur,
pislikleri oluklara akıtıyor.
Dereleri
kabartıyor, nehir yapıyor; nehirleri ise çok daha kuvvetli şeyler.
Gürültüyle
yağıyor; su sıçrıyor, çatılara çarpıyor, ses çıkarıyor. Gökten yağarken temiz
bile olsa, kirlenmesi için tek gereken Londra’ya değmesi, toprağa değip çamur
olması.
Suyu kimse
içmiyor.
Ne yağmur
suyunu, ne de nehir suyunu.
Thames’e
giren kişinin anında ölmesi hakkında şakalar yapılır, ama bu doğru değil.
Suya atılan
paralar için nehrin derinliklerine dalan, sonra da, nehir suyunu püskürterek,
ellerinde bozukluklarıyla yukarı çıkan çamur sıçanları hariç.
Ölürler
tabii, orası öyle, ama bundan dolayı değil.
Her ne
kadar on beş yaşından büyük çamur sıçanı olmasa da.
Kadın,
yağmuru umursuyora benzemiyor.
Yıllardır,
on yıllardır yaptığı gibi Rotherhithe rıhtımlarında dolaşıyor. Kaç yıldır
dolaştığını kimse bilmiyor, çünkü kimse umursamıyor.
Rıhtımlarda
dolaşıyor ya da denize bakıyor.
Onlar demir
attıkları yerlerde alçalıp yükselirken gemileri inceliyor.
Bedenin ve
ruhun birlikteliğinin devamını sağlamak için bir şey yapıyor olmalı, fakat
rıhtımdaki kimsenin bunun ne olduğu hakkında hiçbir fikri yok.
Sağanaktan
korunmak için yelkencinin tekinin kurduğu bir gölgeliğin altına sığınıyorsun.
İlk başta,
kadın heykel gibi hareketsiz durduğu ve yağmurun çektiği perdenin ötesinde bir
şey görünmediği halde denize baktığı için orada yalnız olduğunu sanıyorsun.
Thames’in öteki kısmı ortadan kaybolmuştu.
Sonra, seni
görüyor.
Seni görüp
konuşmaya başlıyor. Sana değil, yok, hayır, ama kurşuni semadan kurşuni nehre
akan kurşuni suya konuşuyor.
“Oğlum
denizci olmak istiyordu.” diyor; sen de ne diyeceğini, nasıl diyeceğini
şaşırıyorsun.
Yağmurun
çıkardığı gürlemelerin arasında sesini ona duyurmak için bağırman gerekirdi,
ama o konuşuyor ve sen dinliyorsun.
Dediklerini
anlamak için uzanıp kendini zorladığını fark ediyorsun.
“Oğlum
denizci olmak istiyordu.
Ona deryaya
gitmemesini söyledim.
Senin
annen benim, dedim. Derya seni benim sevdiğim gibi sevmez, kalpsizdir o.
Ama o
bana, ama anne, dünyayı görmem gerek, dedi.
Ekvatorda
güneşin doğuşunu görmem, Buzul semasında Kuzey Işıklarının dansını izlemem
gerek ve her şeyden öte, zengin olmam gerek ve zengin olduğum zaman sana
döneceğim ve sana bir ev inşa edeceğim ve uşakların olacak ve dans edeceğiz
anne, nasıl da dans edeceğiz…”
"’Ne
yapayım ben güzel evleri?’ dedim ona. Hayal dolu sözler eden bir aptalsın sen.
Ona
babasından bahsettim. Babası deryadan eve dönmemişti.
Bazıları
öldüğünü ve denize düştüğünü söylemişti. Başkaları ise Amsterdam’da bir genelev
işlettiğini gördüklerine yemin etmişti.
Her şekilde,
durum değişmiyor.
Derya aldı
onu benden.”
“On iki
yaşına bastığında, evladım evden kaçtı, rıhtıma indi ve bulduğu ilk gemiyle
denize açıldı.
Gemi Azorlar’daki
Flores’e gidiyormuş. Öyle dediler bana.
Bazı gemiler
uğursuzdur. Kötü gemilerdir bunlar. Her felaketten sonra, bu gemileri yeniden
boyayıp yeni bir isim verirler, tedbirsizleri kandırmak için.”
“Denizciler
batıl inançlara sahiptirler. Bir şeyin dedikodusu çıktı mı duyulur.
Bu gemi,
sahipleri öyle emretti diye, sigortacıları kandırmak için kaptanı tarafından
batırılmış; sonra da yepizyeni duracak şekilde tamir edildikten sonra korsanlar
gemiyi ele geçirmiş. Sonrasındaysa, bir batteniye kargosu alınca tayfası ölüler
olan bir veba gemisi olmuş ve gemiyi Harwich’te limana sadece üç adam
yaklaştırmış.”
“Oğlum
denize açılmak için felaketleri üstüne çeken bir gemi seçmişti.
Parayı,
babasının yaptığı gibi, kadınlara ve içkilere harcamayacak kadar genç olduğu için
bana yevmiyesini getirdiği eve dönüş yolculuğunda çarptı onlara fırtına.”
“Filikadaki
en küçük kişi oydu.
Bana adil
bir şekilde kura çektiklerini söylediler, ama ben buna inanmıyorum.
Oğlum
onlardan küçüktü.
Teknede
sekiz gün geçirdikten sonra, hepsi de öylesine açtı ki.
Eğer kura
çekmişlerse bile, hile yapmışlardır.”
“Kemiklerine
kadar kemirdiler oğlumu, her kemiği tertemiz olana dek, sonra da onları yeni
anasına, deryaya verdiler. Tek bir damla gözyaşı dökmedi ve tek kelime etmeden
kemikleri aldı. Kalpsizdir o.”
“Bazı
geceler keşke bana gerçeği söylememiş olsaydı diyorum. Yalan söyleyebilirdi.”
“Oğlumun
kemiklerini deryaya verdiler, ama kocamı ve, gerçeği söylemek gerekirse,
kocamın sandığından çok daha iyi bir şekilde beni de tanıyan geminin ikinci kaptanı
yadigar olarak bir kemik saklamış.
Hepsi de
karaya çıkıp bana oğlumun gemiyi batıran fırtınada kaybolduğuna dair yeminler
ettiğinde, o geceleyin geldi ve bir zamanlar aramızda olan sevgi adına bana
gerçeği söyledi ve kemiği verdi.”
“Ben de ona,
‘Yaptığın şey çok kötü bir şeydi Jack.’ dedim. ‘O yediğin senin kendi oğlundu.’
O gece,
derya onu da aldı. Cepleri taşlarla dolu olarak deryaya yürüdü ve yürümeye
devam etti.
Yüzmeyi hiç
öğrenmemişti.”
“Ben de,
gecenin geç vakitlerinde, rüzgar okyanus dalgalarıyla çarpışır ve onları
kumlara savururken, rüzgar evlerin etrafında ağlayan bir bebek gibi inlerken
ikisini de hatırlamak için kemiği bir zincire yerleştirdim.”
Yağmur
azalmaya başlıyor ve sen kadının hikayesinin bittiğini düşünüyorsun, ama şimdi,
ilk kez, kadın sana bakıyor ve bir şey söyleyecek gibi duruyor.
Boynundan
bir şeyi çekmiş çıkarmış ve şimdi onu sana uzatıyor.
“Bak,” diyor
sana. Seninkilerle karşılaşan gözleri, Thames gibi kahverengi. “Dokunmak ister
misin?”
Boynundan
çekip çıkarmak, çamur sıçanları bulsun ya da kaybolsun diye nehre fırlatmak
istiyorsun.
Ama onun
yerine gölgeliğin altından çıkıyorsun ve yağmur suyu yüzünden başka birisinin
gözyaşları gibi akıp gidiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder