20 Ocak 2017 Cuma
Cenk Çalışır - Her Temas Bir Öykü Bırakır-1
ISKALAMAK
“Hasaaaan!!! Ne yapıyorsun tozlu çatı katında? Ne arıyorsun Allah aşkına? Söyle temizlikçilere, bulsunlar. Sen neden yoruyorsun kendini?”
Karım aşağıdan bağırıyor. Üzerimdeki merakı o kadar işte. Vereceğim cevabı dinlemeden gidecek. Temizlikçileri bulup azarlayacak. Çıkıp baksa, otursa yanıma, beraber arasak beni.
Şu kutuların içinde olabilir miyim? Of Şule of! Ne işler açtın başıma! Senin yüzünden işe de gitmedim bugün.
Frene bastığımda yol kenarındaki bir ağacın altındaydı. Çantasının üzerine oturmuş, sırtını ağacın gövdesine dayamıştı. Çiseleyen yağmurun geçmesini bekliyor ya da dinleniyordu. Araba durunca başını kaldırdı. Siperli şapkasının altında, genç bir kızın yüzü vardı. İstanbul’a gittiğini söyledi.
“Gel,” dedim.
Son bir nefes çekip sigarasını parmak aralarında yuvarlayarak ucundaki ateşi düşürdü. Arabaya bindi. Emniyet kemerini taktı. Sigarasının ucunu kıvırıp kot montunun cebine soktu.
“Yarım sigaraya kotik gibi bir şey derdik eskiden,” dedim. Gülümsedi.
“Şimdi de öyle diyoruz,” dedi. “Ama şaşırdım, sizin yarım sigaranın argo adını bilmenize. Sosyete adı yoktur ki yarım sigaranın. Beş yıldızlı otel balosunda kimse çıkarıp kotik yakmaz.”
Söylediğine güldük birlikte. Elimi uzattım. “Hasan ben. Sosyete Hasan.”
Kahkahayı bastı. İçten, samimi, rahat. Eli avcumda. “Şule ben,” dedi.
“Tatilde misin?” diye sordum. “Mevsim, kaplumbağa gibi gezmek için pek uygun değil.”
“Gezmiyorum. Ben böyle yaşıyorum,” dedi.
Yola baktım. Yan gözle ona. “Nasıl?”
“Kaplumbağa gibi dediniz ya. İşte öyle!” Bir dostun sırtına vurur gibi vurdu bacaklarının arasındaki sırt çantasına. “Bütün evim bu.”
İlk bir dakika yoldan çok onu görüyorum. Saçları kızıl, omuzlarında. Beyaz tenli. Yeşil gözleri aydınlık. Genç. Nereden baksan yirmi beş. Yarı yaşımdan küçük. Zarar verecek, gasp edecek birine benzemiyor. Niyetlense baş edebilir miyim bilmiyorum. Son dört yıldır kalbimde pil var.
“Nereden geliyorsun?” diye soruyorum. Sesim bana yabancı. Çatlak. Şaşkın mıyım yoksa tedirgin mi? “Yunanistan’dan giriş yaptım. Kavala’daydım bir süredir,” diyor sakince.
Orada ne yaptığını, geçimini nasıl sağladığını sordum. Anlattı uzun uzun. Dokuz senedir dünyayı dolaşıyormuş. Everest’e tırmanmış, Kızıldeniz’de dalmış. Afrika’da sınır tanımayan gazetecilere katılmış, Brezilya’da Maya uygarlığının kazılarında çalışan arkeoloji grubuna yemek pişirmiş bir süre. Avrupa’nın neredeyse tamamını dolaşmış. Balinaların avlanmasına karşı çıkan denizçobanları grubu için bağış toplamış.
“Uzun zaman oldu,” diyor. Özledikleri varmış. Bir süre İstanbul’da kalacak, sonra Kuzey Asya’yı dolaşacakmış. Sibirya’ya kadar gitmekmiş niyeti.
“Ailen için mi döndün? Dokuz senedir görmedin mi onları?” diye soruyorum şaşkınca.
“Hayır,” diyor. Toplamda dört kere gelmiş. Annesiyle dostlarıyla özlem giderecekmiş. Üniversitedeki arkadaşlarından biri evleniyormuş.
Sürpriz yumurta gibi Şule. Ne dese şaşırıyorum. Şimdi de üniversiteli Şule. Hukuk fakültesini üçüncü sınıfta terk etmiş. Hukuk denilen şeyin adalet olmadığını anladığında bırakmış okulu.
Sistemin içinde bir köle olmak istememiş. Koltuk takımı almak, daha çok elbise giymek, ayakkabı koleksiyonu yapmak, deniz gören bir ev satın almak için bütün bir ömrü yapay ışıklı mahkeme salonlarında geçirmek ona göre değilmiş. Kuş cıvıltısı, sabah güneşi ya da toprak kokusu duymak yerine, çalar saatle uyanmak onun hayatı değilmiş. “Aslına bakarsanız kimsenin tercihi değil,” diyor. Dayatılan buymuş. O, buna izin vermemiş. Birçok şey gibi doğduğu ülkeyi ve zamanı da o seçmemiş. Başına gelen her şeyi değiştirmeye karar vermiş. Çapasını atmış. O günden beri aklı ve canı nerede, ne isterse oradaymış.
Heyecanla anlattı. Neden gittiğini, neden durmadığını. Söylediklerinin gençken hepimizin hayalini kurduğu bir yaşam biçimi olduğunu ancak bir gün hayatın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kaldığımızı söyledim. Sorumlulukları, aileyi, sevdiklerimizi, kariyeri anlattım. Bütün bunlar için de savaşmak gerektiğini belirttim.
Haddimi aştım belki ama bacak kadar kızın 7 kasa 5.000cc’lik arabamda bana akıl veriyor olmasını da ukalaca buldum. Onu savaşmamakla, gerçek dünya ile yüzleşmemekle ve kaçmakla suçladım. “Yenilen sensin,” dedim. “Dediğin savaşı ben kazandım. Deniz gören on bir odalı evim var. Çocuklarım yurt dışında eğitim görüyor. Elime kürek almadan, bulaşık yıkamadan senin gördüğün ülkelere gidebiliyorum. Para kazanmak için çalışırsın, çalıştığın para kadar yaşarsın. Doğru ya da yanlış. Gerçek bu. Daha az kazansaydım daha az lüksü olan bir arabam olurdu. Daha da az kazansaydım hiç lüksü olmayan bir arabam olurdu. Ondan da azını kazansam arabam olmazdı. Anladın mı? Araba için para, para için çalışmak gerek. Hayatın gerçeği.”
“Amaç, İstanbul’a gitmek. Bunun hızlı ya da yavaş, lüks ya da daha az lüks olması ile ilgili değilim. Kamyon kasasında, çocuk cesetleriyle birlikte saatlerce yol aldıktan sonra bunların benim için bir şey ifade etmediğini söylemeliyim. Bir avuç pirinç için günlerce bekleyen çocuklar varken benim hayatımın gerçeği araba değil.”
Birkaç dakika konuşmadık. Sanırım ikimiz de gerilmiştik. Ben onun sözlerini düşünüyordum, o kendinden emin, camdan dışarısını seyrediyordu. Hem acıkmıştım hem de konuyu değiştirmek, havayı dağıtmak istiyordum. Kotiğini içince sakinlerdi belki. Yan gözle baktım.
Kamyon kasasına çocuk cesetlerini bu minicik ellerle mi taşıdın, neler gördün Şule, neler yaşadın? On bir odalı, deniz gören evimizde bilmem kaç ekran haberlerde ne çok acı var, ne çok şey sığdırdın o bedene Şule?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Öldükten Sonra
Diyecekler ki arkamdan Ben öldükten sonra O, yalnız şiir yazardı Ve yağmurlu gecelerde Elleri cebinde gezerdi Yazık diyecek Hatıra defterimi...
-
BİRLİKTE YÜRÜMEK… Daha önce söylemiştik: Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir. Kaç zamandır, işte bu “yürümek” meselesini düşü...
-
Down to a Sunless Sea by Neil Gaiman The Thames is a filthy beast: it winds through London like a snake, or a sea serpent. All the river...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder