25 Şubat 2017 Cumartesi

H. Tuğberk Bahadırtürk - Müzeyyen II

"Müzeyyen; bir yangın yerinden geriye kalan irili ufaklı birkaç kor parçası şimdi ciğerimde."
   Kan ter içinde uyandığım rüyaların kaçıncısındaydım bilmiyorum. Yüzüme çarptığım hiçbir su damlası söndürmeye yetmiyordu içimdeki ateşi. Çareyi yaktığım kitapları yeniden edinmekte aradım. Hepsini yeniden okudum, aynı cümlelerin altını defalarca çizdim. Ona yazılmamış kitaplarda, ona öfkelenmiş kelimeler aradım; beyhude! Kitabevlerine baskınlar düzenledim, yayınevlerine şikâyet mektupları yazdım. Üç geceyi nezarette geçirdim; Verasız kalan Nâzım gibi değil de, vatansız kalan Nâzım gibi şiirler yazdım. Bıraktığı enkazı kaldırmaları için tam on yedi kez başvurdum belediyeye. Duvarlara kahrolsun bağzı şeyler yazdım; Müzeyyen yazamadım, bana burada gülmüştü de, onu hatırladım. Hep gittiğimiz mekâna gittim, aynı masaya oturdum. İki çay söyledim Cemal Süreya naifliğiyle. Keşke yalnız bunun için bırakmasaydı memleketi.
   Arkadaşlarım da sırayla kesti ümidi benden. İflâh olmayacağım konusunda hepsi hemfikirdi. Oysa Müzeyyen gidince, sadece bir kişi eksik kalmam lazımdı. Yalnız kalacağımı tahmin etmemiştim. Yürüdüğüm yolların Müzeyyen'e çıkmayacağını anlayıp değiştiriyordum istikametimi. Nereye dönsem yokluğunun çıkmaz sokağına giriyordum. Her köşebaşında bir dilenci kesiyordu yolumu, "Abi be bi' Müzeyyen alsana ekmek parası be abi" diyordu. Çiçek satan kadın "Müzeyyenlerim çok taze abi almaz mısın?" diye soruyordu. Başını okşadığım kediler bile Müzeyyen diye miyavlıyor, el birliği ile deliliğime yardım ve yataklık ediyorlardı.
     Deliliğimin ilk günleri böyle başladı işte.
   Beni tanıyan birkaç kişi tarafından bir hastaneye götürüldüm. Tahliller yaptılar, testlere soktular. Sonuç? Sonuç pozitif! Müzeyyen eksikliğine bağlı idrak yolları tıkanması. Doktora olayları anlatmayı denedim, "Müzeyyen" dedim. "Bir görsen" dedim, yanağımda oluşan dünyanın en hüzzam ışıltısını hapseden çukur ile. "Anlamadım" dedi. "Müzeyyen" dedim, Müzeyyen. "Efendim?" dedi. "Hiiiç dedim, ismini söylemek hoşuma gidiyor. Derin bir tutku bu." dedim. Yine anlamadı. Zaten beni daha kimler, kimler anlamadı!
   Şimdi bir hastane odasında, ondan bin Müzeyyen yılı uzakta;  pencereden dışarıyı izliyorum. Gözüm bir kar tanesinin yere düşüşünü takip ediyor, başım eski bir alışkanlık olarak iki derece sağa eğilmiş bir şekilde.
     Müzeyyen'i hatırlamak şimdi bir yangın yerinden geriye kalan irili ufaklı bir kaç kor parçası, ciğerimi iki derece daha yakacak olan.

İyi ki doğdun Sabahattin Ali!

"Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”
#sabahattinali110yaşında

8 Şubat 2017 Çarşamba

Vincent Van Gogh

"I sometimes think how wonderful it is that we have the same ground beneath our feet and that we speak the same language." Vincent (1887)☄✨

26 Ocak 2017 Perşembe

Kültür İçin Gündem 21 - Eylemler

Kültür İçin Gündem 21 - Eylemler, Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Bölge Teşkilatı(UCLG-MEWA) Kültür Komitesi adına yaptığım çeviridir.
http://www.agenda21culture.net/images/a21c/nueva-A21C/C21A/C21_015_fr.pdf http://www.agenda21culture.net/images/a21c/nueva-A21C/C21A/C21_015_tr.pdf
Belgenin diğer dillerdeki yayınları için: http://www.agenda21culture.net/index.php/tr/documents-tr/a21c-tr

Kültür ve Medeniyet - İskender Pala

Öyle ya; müşterek okudukları ve değer verdikleri on kitabı bile olmayan, kaldırımlarında yürürken aynı tarih geçmişini hissedip sohbet konusu edebilecekleri beş sokağı bile bulunmayan, önünde durup soluklanırken yüreklerinde aynı daüssılayı hissedecekleri bir çeşmeye, sebile, abideye rastlanmayan, duydukları vakit ortak gönül heyecanlarıyla titreyecek birkaç ezgi veya mısraı kalmayan insanların ortak medeniyetinden bahsetmek ne kadar zordur!..

20 Ocak 2017 Cuma

Cenk Çalışır - Her Temas Bir Öykü Bırakır-1

ISKALAMAK “Hasaaaan!!! Ne yapıyorsun tozlu çatı katında? Ne arıyorsun Allah aşkına? Söyle temizlikçilere, bulsunlar. Sen neden yoruyorsun kendini?”    Karım aşağıdan bağırıyor. Üzerimdeki merakı o kadar işte. Vereceğim cevabı dinlemeden gidecek. Temizlikçileri bulup azarlayacak. Çıkıp baksa, otursa yanıma, beraber arasak beni.    Şu kutuların içinde olabilir miyim? Of Şule of! Ne işler açtın başıma! Senin yüzünden işe de gitmedim bugün.    Frene bastığımda yol kenarındaki bir ağacın altındaydı. Çantasının üzerine oturmuş, sırtını ağacın gövdesine dayamıştı. Çiseleyen yağmurun geçmesini bekliyor ya da dinleniyordu. Araba durunca başını kaldırdı. Siperli şapkasının altında, genç bir kızın yüzü vardı. İstanbul’a gittiğini söyledi.    “Gel,” dedim.    Son bir nefes çekip sigarasını parmak aralarında yuvarlayarak ucundaki ateşi düşürdü. Arabaya bindi. Emniyet kemerini taktı. Sigarasının ucunu kıvırıp kot montunun cebine soktu.    “Yarım sigaraya kotik gibi bir şey derdik eskiden,” dedim. Gülümsedi.    “Şimdi de öyle diyoruz,” dedi. “Ama şaşırdım, sizin yarım sigaranın argo adını bilmenize. Sosyete adı yoktur ki yarım sigaranın. Beş yıldızlı otel balosunda kimse çıkarıp kotik yakmaz.”    Söylediğine güldük birlikte. Elimi uzattım. “Hasan ben. Sosyete Hasan.”    Kahkahayı bastı. İçten, samimi, rahat. Eli avcumda. “Şule ben,” dedi.    “Tatilde misin?” diye sordum. “Mevsim, kaplumbağa gibi gezmek için pek uygun değil.”    “Gezmiyorum. Ben böyle yaşıyorum,” dedi.    Yola baktım. Yan gözle ona. “Nasıl?”    “Kaplumbağa gibi dediniz ya. İşte öyle!” Bir dostun sırtına vurur gibi vurdu bacaklarının arasındaki sırt çantasına. “Bütün evim bu.”    İlk bir dakika yoldan çok onu görüyorum. Saçları kızıl, omuzlarında. Beyaz tenli. Yeşil gözleri aydınlık. Genç. Nereden baksan yirmi beş. Yarı yaşımdan küçük. Zarar verecek, gasp edecek birine benzemiyor. Niyetlense baş edebilir miyim bilmiyorum. Son dört yıldır kalbimde pil var.    “Nereden geliyorsun?” diye soruyorum. Sesim bana yabancı. Çatlak. Şaşkın mıyım yoksa tedirgin mi? “Yunanistan’dan giriş yaptım. Kavala’daydım bir süredir,” diyor sakince.    Orada ne yaptığını, geçimini nasıl sağladığını sordum. Anlattı uzun uzun. Dokuz senedir dünyayı dolaşıyormuş. Everest’e tırmanmış, Kızıldeniz’de dalmış. Afrika’da sınır tanımayan gazetecilere katılmış, Brezilya’da Maya uygarlığının kazılarında çalışan arkeoloji grubuna yemek pişirmiş bir süre. Avrupa’nın neredeyse tamamını dolaşmış. Balinaların avlanmasına karşı çıkan denizçobanları grubu için bağış toplamış.    “Uzun zaman oldu,” diyor. Özledikleri varmış. Bir süre İstanbul’da kalacak, sonra Kuzey Asya’yı dolaşacakmış. Sibirya’ya kadar gitmekmiş niyeti.    “Ailen için mi döndün? Dokuz senedir görmedin mi onları?” diye soruyorum şaşkınca.    “Hayır,” diyor. Toplamda dört kere gelmiş. Annesiyle dostlarıyla özlem giderecekmiş. Üniversitedeki arkadaşlarından biri evleniyormuş.    Sürpriz yumurta gibi Şule. Ne dese şaşırıyorum. Şimdi de üniversiteli Şule. Hukuk fakültesini üçüncü sınıfta terk etmiş. Hukuk denilen şeyin adalet olmadığını anladığında bırakmış okulu.    Sistemin içinde bir köle olmak istememiş. Koltuk takımı almak, daha çok elbise giymek, ayakkabı koleksiyonu yapmak, deniz gören bir ev satın almak için bütün bir ömrü yapay ışıklı mahkeme salonlarında geçirmek ona göre değilmiş. Kuş cıvıltısı, sabah güneşi ya da toprak kokusu duymak yerine, çalar saatle uyanmak onun hayatı değilmiş. “Aslına bakarsanız kimsenin tercihi değil,” diyor. Dayatılan buymuş. O, buna izin vermemiş. Birçok şey gibi doğduğu ülkeyi ve zamanı da o seçmemiş. Başına gelen her şeyi değiştirmeye karar vermiş. Çapasını atmış. O günden beri aklı ve canı nerede, ne isterse oradaymış.    Heyecanla anlattı. Neden gittiğini, neden durmadığını. Söylediklerinin gençken hepimizin hayalini kurduğu bir yaşam biçimi olduğunu ancak bir gün hayatın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kaldığımızı söyledim. Sorumlulukları, aileyi, sevdiklerimizi, kariyeri anlattım. Bütün bunlar için de savaşmak gerektiğini belirttim.    Haddimi aştım belki ama bacak kadar kızın 7 kasa 5.000cc’lik arabamda bana akıl veriyor olmasını da ukalaca buldum. Onu savaşmamakla, gerçek dünya ile yüzleşmemekle ve kaçmakla suçladım. “Yenilen sensin,” dedim. “Dediğin savaşı ben kazandım. Deniz gören on bir odalı evim var. Çocuklarım yurt dışında eğitim görüyor. Elime kürek almadan, bulaşık yıkamadan senin gördüğün ülkelere gidebiliyorum. Para kazanmak için çalışırsın, çalıştığın para kadar yaşarsın. Doğru ya da yanlış. Gerçek bu. Daha az kazansaydım daha az lüksü olan bir arabam olurdu. Daha da az kazansaydım hiç lüksü olmayan bir arabam olurdu. Ondan da azını kazansam arabam olmazdı. Anladın mı? Araba için para, para için çalışmak gerek. Hayatın gerçeği.”    “Amaç, İstanbul’a gitmek. Bunun hızlı ya da yavaş, lüks ya da daha az lüks olması ile ilgili değilim. Kamyon kasasında, çocuk cesetleriyle birlikte saatlerce yol aldıktan sonra bunların benim için bir şey ifade etmediğini söylemeliyim. Bir avuç pirinç için günlerce bekleyen çocuklar varken benim hayatımın gerçeği araba değil.”    Birkaç dakika konuşmadık. Sanırım ikimiz de gerilmiştik. Ben onun sözlerini düşünüyordum, o kendinden emin, camdan dışarısını seyrediyordu. Hem acıkmıştım hem de konuyu değiştirmek, havayı dağıtmak istiyordum. Kotiğini içince sakinlerdi belki. Yan gözle baktım.    Kamyon kasasına çocuk cesetlerini bu minicik ellerle mi taşıdın, neler gördün Şule, neler yaşadın? On bir odalı, deniz gören evimizde bilmem kaç ekran haberlerde ne çok acı var, ne çok şey sığdırdın o bedene Şule?

10 Ocak 2017 Salı

Zygmunt Bauman'dan mutluluk üzerine

Büyük Alman şair Wolfgang Goethe aklıma geliyor. Duygusal şair. Ona sormuşlar mutlu bir hayat yaşadı mı diye. Cevabı 'Evet!' olmuş. 'Çok çok mutlu bir hayat yaşadım.' 'Ama' diye eklemiş hemen ardından. 'Tek bir mutlu hafta hatırlamıyorum.' Bu güncel felsefeye karşı bir yanıt. Bizler için bir uyarı. Çünkü bugün tanıtımla, reklamla sürekli yeni, cazip, çekici modalarla mutluluğu hep daha iyi, daha iyi ve kesintisiz bir dizi memnuniyetler bütünü olarak düşünmeye itiliyoruz. Ve Goethe'nin öne sürdüğü, ki O sadece mükemmel bir şair değil aynı zamanda çok, çok bilge bir insandı. Şu ki, mutluluk üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Şiirlerinden birinde der ki asıl kâbus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir. Bunun alternatifi mutluluk değil can sıkıntısıdır. Heyecandan yoksun olmaktır. Peşinden gidebileceğin uğruna kavga edebileceğin bir amaçtan yoksun olmaktır. Goethe'nin söyledikleri genç insanlar için gerçekten bir uyarıydı. Hayatınızı sınırsız haz veren maddelerle dolu bir kaptan seçilen hediyeler yığını olarak düşünmeyin. Hayatınızı uzun, uzun bir mücadele olarak düşünün. Bu uzun mücadelede bir problemi çözersiniz bir diğeriyle karşılaşırsınız ve yan etkiler çoğu zaman can sıkıcıdır. Ve evet, beni kısa dönemde karamsar, uzun dönemde ise iyimser yapan işte budur.
Sosyolog ve felsefeci Zygmunt Bauman 9 Ocak 2017'de hayatını kaybetti.

7 Ocak 2017 Cumartesi

İbrahim Tenekeci - Öbür Divan

BİRLİKTE YÜRÜMEK…    Daha önce söylemiştik: Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir.    Kaç zamandır, işte bu “yürümek” meselesini düşünüyorum.    Yürek kelimesinin yürümekten geldiği söyleniyor. Bir insanın yürekli olup olmadığı yürüyüş esnasında ortaya çıkar. Dolayısıyla, doğrudur.    Basit olacak, olsun. yürümenin birinci şartı, ayağa kalkmaktır.    Sezai Karakoç, “tarihte her hareket, hep bir kişinin ayağa kalkmasıyla başlamıştır” diyor.    Ayağa kalkan insan, yürümek ister. Bu, devletler ve milletler için de böyledir. Selçuklular, Osmanlılar; Almanların İkinci Dünya Savaşı macerası vs.    Niçin yürüdüğümüz, yürüyüşün kendisinden daha önemlidir. Sözgelimi, ‘dikili bir ağacım olsun’ diye yola çıkanların büyük bir kısmı, sonradan, ormana bile razı olmamışlardır. Demek ki, o bir ağacı da istememek gerekiyor!    Daha geniş bilgi için bakınız: Ayağın afetleri. ***    Nasıl başlarsanız öyle gider. Doğru başlarsanız doğru, yanlış başlarsanız yanlış. Bu yüzden, “kervan yolda dizilir” sözüne pek itibar etmem.    Meyve kelimesini ele alalım. ‘Meyve’ doğrudur, ‘meyva’ yanlış. ‘Meyvalarını’ dersek, sadece bir değil, fazladan üç yanlış daha yapmış oluruz. Doğrusu, ‘meyvelerini’ olacak. Görüldüğü gibi, yanlış başladı ve öyle devam etti.    Bu örneği, elbette bir yere bağlamamız gerekiyor.    İnsanları yola dökmek de, yoldan çıkarmak da kolaydır. Bunu herkes yapabilir. Asıl kıymetli olan, sözünüze itimat edip arkanızdan gelenleri yarı yolda bırakmamaktır. Sonuna kadar yürümek yürekliliğini gösterebilmektir. ‘Gaye, ulaşılamasa bile güzeldir, kutludur’ diyebilmektir. Unutmayalım ki, mevki ve makamlar geçici, hasarlar kalıcıdır.    En güzel yürüyüş ise şudur: İbrahim Ethem, tahtı bırakıyor ve ekin bekçiliği yapmaya başlıyor.    Yahut Yunus Emre’nin yürüyüşü: Ben yürürem yane yane. ***    Yıllar önce, “Yürüdükçe yoruyoruz seni yol/ İnsanlık öldükçe nüfus artıyor” diye yazmış; kendimce, dünyevi şeyler için atılan adımları eleştirmiştim. Açıkçası, bu dünyada, peşinden yürümeye veya koşmaya değecek bir şeyin olduğuna inanmıyorum. “Dünyada garip bir yolcu gibi ol” nasihati her daim aklımda.    İnandığım, ister tek olsun, ister birlikte; ulvi bir amaç için yapılan yolculuklar, yürüyüşlerdir.    Bu yüzden, birlikte yürümek, sadece bir fikir olarak bile heyecan veriyor bana. Çünkü halis niyet üzerine atılan her adım, insanlığımızı daha çok pekiştiriyor.    Bir şey daha: Bir yere gidiyor olmak, gizemli bir şekilde, oraya varmaktan daha güzel, daha anlamlıdır. (Muzaffer Serkan Aydın’a teşekkürler.)    Yürüyüş esnasında, sadece yol arkadaşlarımızı değil, kendimizi de yakından tanıma imkânı buluruz. Tahammül sınırlarımız ortaya çıkar. Her şeyden evvel, kendimizi merak etmeye başlarız.    ‘Yürüyüşümüze’, Alâeddin Özdenören’in iki dizesiyle devam edelim: “Ölebilirim senin için/ Bu dünyada ve öbür dünyada.”    Bu derin sözleri, ancak, uzun ve zorlu bir yürüyüşü (yolculuğu) birlikte tamamladığımız bir insana söyleyebiliriz, diye düşünüyorum. ***    İsmet Özel’in, bir soru üzerine şu cevabı verdiği rivayet edilir: Biz dostlarımıza arka-daş deriz, ön-daş demeyiz.    Birlikte yola çıktığınız kişi, yürüyüş esnasında sizi geride (yolda) bırakıp öne yahut başka bir yere geçiyorsa, burada hem dostluktan hem de halis niyetten bahsetmek mümkün değildir. Sadece şu söylenebilir: Arkadaşını geride bırakmak, bedenin afetlerinden biridir.    Bir de hatırlatma: ‘Yola çıktığı andan itibaren dönüşü veya başka bir adresi düşünmeye başlayınca insan, gideceği yere asla varamıyor.’ 6 EKİM 2012

Ayna

Etrafımızda olup; göz göze, kalp kalbe geldiğimiz her şey aynadır bize. Aynalar içinden akar günler. Yanından geçen bir kedi, yağan yağmur, yerleri süpüren adam, aklından ve dilinden geçirdiğin düşünceler, yediğin lokma, biten gün, arkadaşların, dost masasında bir sohbet , sevgilin.. hepsi aynandır. Kendini ve etrafındakini neye layık gördüğündür.. Kimi kırıklar içinde bırakır, kimi kirletir, kimi parlatır. Sen ruhundaki aynanı koruyup parlatan ol. #emirrifatisik

Öldükten Sonra

Diyecekler ki arkamdan Ben öldükten sonra O, yalnız şiir yazardı Ve yağmurlu gecelerde Elleri cebinde gezerdi Yazık diyecek Hatıra defterimi...